Ana Sayfa Genel RUSYA Mazisini Yitirmeyen Topraklar

RUSYA Mazisini Yitirmeyen Topraklar

1445
4
Paylaş

 RUSYA

Mazisini Yitirmeyen Topraklar

Rusya’yı ilk kez geçtiğimiz yaz aylarında ziyaret ettim. Çok önceleri bu devasa toprakları; uçsuz bucaksız karlı steplerde ilerleyen trenler, çarlar, yoksul insanlar ve Sibirya sürgünlerinin ülkesi olarak hayal ederken daha sonraları onların yerini Sovyetler Birliği, komünizm, efsanevi Bolşoy Balesi ve nereden geldiğini çözemediğim bir gizem duygusu aldı. Rusya, dondurucu bozkırlarda sadakat ile aşk arasında bocalayan Dr. Jivago; yenik düştüğü tutkusuna demir raylar üzerinde son veren Anna Karenina ve vicdanının çığlığına dayanamayan Raskolnikov, Çaykovski ve Nureyev’di benim için biraz da… Köprülerin altından çok sular aksa da; çarlık, sosyalist devrim ve sermayenin görkemi arasında devinen bu muazzam ülkeyi gezerken bende uyandırdığı güç ve korkuyla karışık saygı duygusu, yolculuk boyunca hiç peşimi bırakmadı…

Benim için her seyahat güzel, yaşanılası ve yepyeni bir keşiftir. Kız arkadaşlarımla çıktığımız bu altı günlük yolculukta en büyük şansımız, daha ilk günden engin bilgisi ve yorumlarıyla bizi kendisine hayran bırakan entelektüel rehberimiz Selim Kahvecioğlu oldu. Ondan öğrendiğimiz ilk şey, aslında Büyük Britanya İmparatorluğu için söylenen ‘Üzerinde güneşin batmadığı topraklar’ tanımlamasının 17 milyon km karelik Sovyet coğrafyası için de kullanıldığı oldu.

 

Durgun nehrin-Moskova- renkleri

Uçak, başkent Moskova’nın Vnukova Havaalanı’na doğru alçalırken alnımı cama yapıştırdım; bulutların arasından görünen manzara şöyleydi: uçsuz bucaksız yeşil ormanlar, nehirler, köyler, rengârenk müstakil ev ve villalar… Daha ilk görüntü bile, güneybatısı UNESCO tarafından ‘kültür mirası’ olarak ilan edilen Moskova’da eşsiz bir doğa ile karşılaşacağımızı müjdeliyordu.

Aylardan temmuz olmasına rağmen şehir bizi yağmurla karşıladı. Turumuza başlamak üzere kent merkezine doğru yol alırken, bizi altı gün boyunca gezdirecek olan otobüsümüzün ıslak camlarına modern konutların görüntüsü yansıyordu. Hemen hemen bütün eski demir perde ülkelerinin ortak bir özelliği olan olağanüstü geniş caddeler, bulvarlar ve çok şeritli yollara rağmen genelde sıkışık olan trafik, hafta sonu vesilesiyle Yalta’daki datçalarına (yazlık ev) giden Moskovalılar sayesinde rahattı.  Eski model LADA arabaların yanı sıra lüks cipler, Limuzinler seğiriyordu caddelerde… Gorbaçov sayesinde yıllar önce, kapitalizmin kolu buraya da erişmiş ve rehberimizin söylemiyle 12 milyonluk Moskova, ‘paranın, güzelliğin, pespayeliklerin’ şehri olmuştu. Moskova, bu ülkenin gerçeğini temsil etmiyordu. İnsanları batıda ama asıl Rusya doğudaydı.

 

Şehrin kalbine doğru

Merkeze girer girmez geleneksel panoramik şehir turuna başladık. Kuzeyden güneye 30 km, doğudan batıya 35 km, beş çemberden oluşan Moskova’nın içine girdikçe gördüğümüz sağlı sollu tüm binalar, Rus İmparatorluğu ile Sovyet rejiminin görkemli mimarisinin eşsiz örneklerindendi, hatta bana kalsa hepsi birer saraydı. Ama çoğu Stalin ve Kruşçev döneminden kalan bu etkileyici binalar aslında, kiraları çok pahalı konutlardı. Kiliseler, resmi binalar titizlikle korunmuş, adeta bir açık hava müzesi yaratılmıştı. İnsanda saygı ve hayranlık uyandıran bu azamet, devletin mutlak gücünü, Rusya’nın asırlara dayanan muhteşem tarihini, boyun eğmezliğini simgeliyordu kanımca.

Soğan kubbeler Moskova’nın alâmetifarikası! Gökyüzünü süsleyen bu rengârenk mimari yapıtlar insanı adeta bir masal dünyasında hissettiriyorlardı. Leninsky Prospekt Meydanı’na vardığımızda gözümüze hemen uzaya ilk çıkan ulusal kahraman, kozmonot Yuri Gagarin’in heykeli çarptı. Ardından, dünyayı değiştiren insanlar kapsamında Lenin heykelinden geçtik. Daha ilerleyince Fatih Sultan Mehmet ile çağdaş olan Büyük İvan (3. İvan) Çan Kulesi’ni gördük ki, burası bir zamanlar şehrin en yüksek yeriymiş. Yaz mevsimi nedeniyle ne yazık ki kapalı olan Tverskaya caddesindeki ünlü Bolşoy Opera-Bale Tiyatrosu ise pembe beyaz rengi ve Yunan tapınağı formuyla Teatrina Meydanı’nda karşımıza çıktı. Orada ‘Uyuyan Güzel’i seyrederek Çaykovski’yi yâd etme hayalimi maalesef gerçekleştiremedim. Aynı meydanda, altında “İşçiler birleşin” yazan Karl Marx heykeli de “Ne dedim, ne oldu” edası ile bakıyordu.

Moskova’da o kadar çok tarihi yapı ve heykel vardı ki, hepsini ince ince görmeye imkân bulamadık. Bazılarına sadece otobüsümüzün camından bakabildik. Ferforjeleriyle ünlü National Otel, her şeyi bilen adam Komarov heykeli, Lubyanka Meydanı’ndaki 5 katlı gibi duran ama gökyüzüne değil de yerin altına doğru uzayarak Rusya’nın en yüksek yapısı unvanını kazanan eski KGB, şimdiki Politeknik binası bunlardan ilk aklıma gelenler. Söylediklerine göre bu binanın bodrumundan Sibirya gözüküyormuş.

Festival ve mitinglerin tarihi merkezi Kızıl Meydan

Ve ünlü Kızıl Meydan ya da asıl adıyla Güzel Meydan! Rusya’nın, azameti ile insanın gözünü kamaştıran sembol yeri. İsmindeki ‘kızıl’ sıfatının zannedildiği gibi komünizm ile ilgisi yok. Bütün doğu toplumlarında olduğu gibi Ruslar için de ‘kırmız’ı en güzel demek olduğu için böyle adlandırılmış ve rehberimizin dediğine göre Kızıl Meydan’da Rusya’nın bütün ‘numaralar’ı sergilenmiş.

Öbek öbek toplanan yerli/ yabancı turistlerin kimi fotoğraf çekiyor, kimi hayran hayran etrafını seyrediyordu. Az ötede Ruslar, meydanın sağ tarafında bulunan Lenin’in mozolesinin önünden sessizce geçerek büyük önderlerine saygıda bulunuyorlardı. Mimar Şuçsev tarafından tasarlanan piramit formundaki mozole o kadar sadeydi ki, bilmeyen, dünya tarihine yön vermiş bir kişinin mezarı olduğunu tahmin edemezdi.  Biraz ileride, meydanın güney ucunda Rus Çarı Korkunç İvan tarafından 16. yüzyılda yapılan, renkli soğan başlı kubbeleri, külahları ve kokoşnikalarıyla Rusya’yı dünyaya tanıtan Aziz Vasili (St Basil) Katedrali tüm heybetiyle karşımızdaydı. Yine yakınlarda altın kubbeli Göğe Yükselen Mesih Kilisesi ile içindeki 40 milyon kitap ile dünyanın en büyük kütüphanesi olan Rus Devlet Kütüphanesi ( Lenin Kütüphanesi) göze çarpıyordu.

Kütüphanenin önünde bulunan Dostoyevski heykeli, 200 m. uzağındaki meslektaşı Puşkin’e göz kırpıyordu sanki. Belli ki Ruslar okumaya ve edebiyatçılarına düşkün bir halk! Uluslararası markaların satıldığı ünlü GUM Alışveriş Merkezi, kiremit renkli Devlet Tarih Müzesi ve Kazan Kilisesi de meydana bakan yapılardı. Tarihi meydanın hemen yanı başında ise Rusya’ya kapitalizmin yerleşmesiyle bir gösteriş figürü olarak öne çıkan ultra boy beyaz limuzinler (bu kadar uzununu hiç görmemiştim), ellerinde şampanya şişeleriyle hatıra fotoğrafı çektirmek isteyen yeni gelin ve damatlara ev sahipliği yapıyordu.

 

 İktidarın sesi Kremlin Sarayı

Kremlin, ezelden beri Rusya’da iktidarın makamı oldu. Eski bir savunma kalesi olan eşkenar üçgen şeklindeki yapıda yedi katedral (Uspenski ve Başmelek Mikail Katedralleri en ünlüleri), bir saray ve 21 tane birbirinden farklı kule bulunuyordu. Üçlü kulenin tepesinde yakuttan kızıl bir yıldız vardı. Sarayda bulunan Lenin’in ev ve çalışma ofisinde bugün Devlet Başkanı Putin çalışıyormuş. Bunların yanı sıra 200 ton ağırlığında bir çar çanı ile teknik arızadan dolayı hiç kullanılamamış dünyanın en büyük savaş top”    unu da binanın iç bahçesinde görme fırsatını bulduk.

 

Ve genel olarak Ruslar

İçlerinde İngilizce konuşanına pek az rastladığımız Ruslar, genel olarak kurallara uymaktan pek hoşlanmayan, her an sorun çıkarmaya meyilli bir halk; çok da yardımsever oldukları söylenemez. Bu hesap vermezlikleri kendini en çok trafikte gösteriyor. İsteyen istediği yerde arabasıyla 180 derece dönerek istikamet değiştiriyor,  kırmızı ışıkta geçiyor, girilmesi yasak olan bir sokağa rahatlıkla giriyor. Hemen hemen bütün özel arabalar taksi gibi çalışıyor, çevirmek için bir el hareketiniz kâfi! Ücret ise pazarlıkla belirleniyor zaten taksimetrelerin ne kadar güvenli olduğu da şüpheli.  Sokak, cadde adlarını okumak imkânsız, hepsi Kiril Alfabesi ile yazılmış.

Rus kadınları, Slav ırkının bütün güzelliklerini üzerlerinde toplamış gibiydiler. Öz güvenli duruşları, uzun, narin bedenleri ve beyaz tenleriyle çok hoş görünen bu kadınlara bakmaktan ve biraz da imrenmekten kendimizi alamadık doğrusu.

Bu arada Metro’da başıma gelen ama orası için vaka-i- adiye sayılan bir hırsızlık teşebbüsünden de söz etmeden geçemeyeceğim. Akşamüstü ‘rush hour’ denilen saatlerde son derece dolu bir metroya binmek zorunda kaldık. Herkesin birbirine yapışık bir durumda olduğu o kalabalıkta kime ait olduğunu göremediğim bir el çantama yapışıp çekiştirmeye başladı. Çağırıp bağırmama rağmen adam korkusuzca işine devam etti ama ben de en az onun kadar inatçı olduğum için bir türlü çantamı omzumdan koparamadı. Ancak tren yavaşlayınca kim olduğunu görebildiğim 20 yaşlarındaki hırsız, pabucun pahalı olduğunu anlayınca ilk durakta kendini dışarıya attı. Ve bunca itiş kakış ve bağırış sırasında benimle ne bir Allah’ın kulu ilgilendi, ne müdahale ne de yardım etti; herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi yere bakmaya ya da kitap okumaya devam etti. Ve ben de bu kadar duyarsızlığa ‘pes’ dedim!

Arbat: biraz Ortaköy, biraz İstiklal Caddesi

 Moskova’ya gidilir de Arbat’a uğranmaz mı? Hediyelik eşya mağazalarının, kafelerin, restoranların yer aldığı, tezgâhlarda kitapların, matruşkaların satıldığı, sokak müzisyenlerinin, ressamların konuşlandığı sadece yayalara açık bu şirin ve renkli bir sokakta elbette ki biz de bir tur attık, kahve içtik, Puşkin ve uğruna canını verdiği karısının heykelleri önünde bol bol resim çektik.

 

Moskova by night

Şehir, özellikle de Kızıl Meydan ile Kremlin Sarayı, gece ışıklar altında bir başka güzeldi. Kiliseler, saraylar ve Moskova nehrinin üzerindeki köprüler, karanlıkta ışıl ışıl parlayan birer mücevher gibiydi. Büyük Petro’nun heykeli, nehir kıyısında, yine kendi adıyla anılan gemisinin üstünde “güç bende!” dercesine dimdik duruyordu.  Aralarında Moskova Üniversitesi, Olimpiyat Stadyumu ve Ukrayna Otelinin bulunduğu yedi binanın (Stalin’in yedi kız kardeşi) yarattığı panoramik manzaraya, ünlü Serçe Tepesi’nden bakmaya doyamadık. Bir festival alanı havasındaki bu tepe, gelinlikleri ve damatlıklarıyla taze evli Moskovalıların, çocuklu ailelerin ve gençlerin en çok vakit geçirdikleri yer olarak hafızama kazıldı.

Daha sonra rehberimiz bizi özellikle gece görmemizi istediği bir parka götürdü. Bu parkın (adını maalesef unuttum) göletinde yer alan Manastır kompleksinin ay ışığında yarattığı sürreel görüntü gerçekten nefesimizi kesti. Manzara hayal ile gerçek arası bir masal gibiydi. Ardından İkinci Dünya Savaşı anısına yapılan Zafer Park’ındaki 147 metrelik Zafer Anıtı’nı gördük. Sağa yatık olan bu bronz dikilitaşın tepesinde Zafer Tanrıçası Nike’ın heykeli karanlığı yarar gibi duruyordu. Biraz ötede ise “Her dine eşit mesafedeyiz” mesajı vermek amacıyla yan yana yapılan bir kilise, sinagog ve camii bulunuyordu.

Bu bölümde rehberimizin tavsiyesi ile gittiğimiz Troyka Restoranı’nın da söz edeceğim. Şehrin en lüks mekânlarından biri olan bu restoranda Rus mutfağından spesiyaliteler tadarken felekten bir Rus gecesi çaldık. Kırmızı kadife perdeleri, ihtişamlı dekorasyonu ve şık servisiyle Troyka‘yı çok beğendik. Paris’teki Folies Bergeres’i andıran teatral müzikli şovu da beğenimize tuz biber ekti.

Metro istasyonu değil bildiğiniz saray

Moskova’da mutlaka görmeyi istediğimiz yerlerden biri de dillere destan metro istasyonlarıydı. İlk öğrendiğimiz kural, anonsu yapan kişi erkek ise bindiğiniz trenin yönü Moskova’nın merkezine, kadın ise merkezden dışarı doğru gittiği oldu. Rehberimizin şahane planlaması ve adeta bir zaman tünelinde yolculuk yaparak en güzel 16 istasyonu gezdik.  Bu arada yürüyen merdivenlerin yüksek hızı dikkatimizi çekti; ancak burada fark edemediğimiz bir incelik vardı ki, bunu da Kahvecioğlu şöyle açıkladı: “Merdiven tırabzanının lineer hızı basamakların hızından fazla; burada amaç, merdiveni çıkarken kolunu tırabzana dayayan yorgun insanların düşmesini önlemektir.” Ne kadar ince bir düşünce!

Stalin zamanında yapımına başlanan ve inşası, devrin işçileri ile gençlik kolları tarafından bedelsiz olarak gerçekleştirilen bu metro; hat (12), kat (4) istasyon (200 ), vagon, yolcu sayısı (10 milyon) ve toplam km açısından dünyanın en büyüğü kabul ediliyor.  Buranın inşa sözünü Kremlin’e saldıran işçileri sakinleştirmek için, “Burası sizin! Bunun gibi daha nice saraylar yaptıracağım size” diyen Lenin verdi. Ve gerçekten de resimleri, gösterişli avizeleri, aplikleri, rölyefleri, freskleri, vitrayları, heykelleri ve mozaikleriyle minyatür saraylar yaratıldı. Bu muhteşem mekânların bazılarında dini motifler öne çıkarken, bazılarında sanat, bazılarında ise tarihi olaylar ve devrim tasvir edildi. Eşi benzeri olmayan bu otantik istasyonların arasında: tavanındaki Sovyet tarihine mal olmuş kişilerin resimleri ve İyon stili sütunlarıyla ‘Komsomolskaya’; Ukranya gerçeğini yansıtan mozaik tasvirleri, Deli Petro ve Puşkin tablolarıyla ‘Kievskaya’ ve barok stilindeki ‘Abraskaya’ benim en çok beğendiklerim oldu.

‘Novodeviçi’deki Mavi Gözlü Dev

Moskova sadece dünyanın en önemli siyasi başkentlerinden biri değil aynı zamanda, müzisyenleri, şairleri ve yazarları ile de kültür- sanat dünyasında ün salmış bir şehir. Kentte adım başı, yazıya gönül vermiş insanların heykellerine rastlamamız Rus halkının değerlerine nasıl sahip çıktığının tunç ya da bronzdan nişaneleri. Kimlere rastlamadık ki! Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Mayakovski ve daha niceleri… Bu ülke, bizim bir karış toprağı reva görmediğimiz büyük usta Nazım Hikmet’i de bağrına basmış.

Nazım’ı ziyaret etmek en çok yapmak istediğim işlerden biriydi Moskova’da. Benim gibi düşünen bir grup tur arkadaşımızla Novodeviçi’ye gittik. Ben bu kadar etkileyici, büyük ve bakımlı bir mezarlık görmedim. Tarihi 16. yüzyıla kadar dayanan bu yer, manastırı ile birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmış nicedir. Tarihe damga vurmuş ünlü kişilerin yattığı, Moskova Nehri’nin hemen kenarındaki bu kompleks; özgün heykelleri, büstleri, mezar taşları, çiçekleri ve peyzaj mimarisi ile dünyanın sayılı mezarlıklarından biri. Kimler yatmıyor ki burada; Çehov, Gogol,  Prokofiev, Shostakovich, Kruşçev, ,Eisenstein, Yeltsin, Raisa Gorbaçov ve daha birçok dünya çapında isim. Mezarların yanı sıra üzerlerinde yüzlerce kovuk olan duvarlar, her kovuğun içinde de kül dolu şişe ve kaplar vardı, sanırım bu da yakılan cenazelere aitti.

Hayatının 12 yılını Türkiye’deki cezaevlerinde geçiren, vatan haini ilan edilen ve 1963’te, 49 yaşında çok sevdiği memleketine hasret ölen Nazım’ın siyah granit mezarı tıpkı istediği gibi bir çınarın altındaydı. Abidin Dino’nun yaptığı bu mezarın üzerinde ‘Rüzgâra karşı yürüyen adam’ rölyefi ve şairin adı bulunuyordu. Eşi Vera da büyük aşkını yalnız bırakmamış, hemen yanı başında yatıyordu. Mezarın başında bazılarımız dua, bazılarımız şairin şiirlerinden mısralar okurken rehberimiz ilginç bir yorumda bulundu: ”Büyük ülke olmanın yolu küçük hesaplar yapmamaktan geçiyor. Nazım buradaki rejime de muhalifti ama buna rağmen ona bir mezarlık yapmaktan çekinmediler.”

Geçmişin nöbetini tutan şehir St Petersburg

Üç günlük Moskova gezisinin ardından St Petersburg’a bir iç hat seferiyle uçtuk. Adı ilk önce Petrograd sonra Leningrad olan St. Petersburg, her tarafından aristokrasi akan bir şehir. İsimlerinden çarlık Rusya’sının tarihini kovalayabilirsiniz.18.Yüzyılda kurulan kentin mimari yapısı büyük bir itina ve sadakatle korunmuş. İçinden Neva geçen bu kanallar şehri; emsalsiz sarayları, kiliseleri ve köprüleri ile bir düşler kenti adeta. Aslında burası Rusya değil, halkı da zaten kendini Rus değil, Avrupalı addediyor. Ben de derim ki, St Petersburg anlatılmaz yaşanır; hele bir de ‘Beyaz Gecelere’ denk gelmişseniz…

Şehirde ilk durağımız Aziz İsaak Meydanı’ndaki Çar 1. Nikolay’ın heykeli oldu. Atın üstündeki Nikolay, eşi ve kızlarıyla birlikte meydanın tam ortasındaydılar. Alanın etrafında birçok tarihi yapı vardı. Kahverengi yüzlü Astoria Oteli ki şehre girebilseydi Hitler 1941 Eylül’ünde burada bir balo verecekti, 100 m. yüksekliğindeki altın kubbesi ile Yunan tapınağı formundaki Aziz İsaak Katedrali bu binaların en göze çarpanlarıydı. Katedrali, 19. yüzyılda on bin ahşap kazık üstüne, çakarak inşa eden Fransız mimar A.Montferrand,  bu olağanüstü eserin kubbesi için tam100 kg altın kullandı. Savaş sırasında Almanların mihenk noktası olan bu mekânın çatısından bütün şehri kuş bakışı seyredebiliriniz ki biz de 300 basamak çıkarak bu görevi yerine getirdik. Saray Meydanı’ndaki bir başka ilginç yapı da hiçbir yere bağlı olmadan, kendi ağırlığıyla duran Alexander sütunu idi.

Neva’nın kıyısı plaj gibiydi; kendini kıyılara atan halk, temmuzun keyfini nehrin sularında çıkarıyordu. Üzerinde Petro-Pavel Kalesi bulunan Vasilenska Adası ile Tavşan Adası, Neva nehri üzerindeki 42 adadan sadece ikisiydi.

İkinci Nikolay zamanında Tatarlar için inşa edilen ve mavi çinileriyle gözümüzü kamaştıran Semerkant Camii ile devrimin simgesi üç bacalı Aurora Kruvazörü de ayrıca görülmeye değerdi

Göğe Yükselen İsa Katedrali St Petersburg’un simgesi! Renkli soğan kubbeleri ve külahlarıyla bana Moskova’daki Aziz Vasili’yi hatırlattı. Şehrin tek Rus kilisesi olan bu emsalsiz eseri Pavlov, annesi tarafından öldürülen babası Çar II. Alexander’ın anısına yaptırmış.

Şehrin can damarı olan Nevsky Caddesi üzerinde ünlü markaların buluştuğu Gostiny Dvor,  Puşkin’in son duelosundan önce kahve içtiği Literatür Kafe,  art nouveau stilinde, altı kitapçı, üstü restoran olan Singer binası, Puşkin heykellerinin süslediği Sanatçılar Meydanı ve ünlü Hermitage Müzesi sıralanmışlardı. Bu ultra geniş caddede biz de çok zaman geçirdik. Kenti turlarken Lenin’in St Petersburg’a ilk kez geldiği ünlü Finlandiya Garı gözümüzden kaçmadı. Damındaki külahı altın bir kılıç gibi göğe yükselen Donanma Binası ile Dekabristler Meydanı’nda ayağına yılan dolanmış, şaha kalkan atıyla Büyük Petro heykeli de dikkatimizi çekti.

  

 

Beyaz Geceler

Geceleri geç karşıladık bu şehirde; bir türlü batmayan güneş başta vücut dengemizi biraz şaşırtsa da sonradan bitmeyen gündüzler hoşumuza bile gitti. Yatmayı ancak sabaha karşı saat 1’de, gün geceye dönerken aklımıza getiriyorduk. Şehrin yerlileri beyaz gecelerin tadını restoranlarda, kafelerde, kanal turlarında çıkarıyordu. St Petersburg, gece gerçekten bir başkaydı; özel olarak aydınlatılan sokaklar, saat 2 ile 5 arası açılan köprüler rüya gibi bir görüntü yaratıyordu. Bu eşsiz güzellikten olacak buradaki halk Moskovalılardan daha sıcak ve daha güler yüzlü idi.

Sarayların Sarayı Peterhoff…

Peterhoff Sarayı’na girmeden önce Milli Marşımızı ve Gençlik Marşını seslendiren küçük bir müzik grubu tarafından karşılandık. Bu sürpriz karşılama içimizi ısıttı.

Baltık Denizi kıyısındaki Peterhoff, Fransa’daki Versailles ile karşılaştırılan, sadece Petersburg’un değil bana göre Rusya’nın en güzel saray ve park komplekslerinden biriydi. Deniz kıyısında sisler arasından Finlandiya’yı seyrettiğimiz bahçeleri cennetten bir parça gibiydi. Altın fıskiye ve heykelleri, havuzları gözlerimizi kamaştırdı. Fıskiyelerin suyu 40 m uzaktan ve 20 m yüksekliğindeki bir dağdan pompasız, kendi hızı ile geliyormuş. Bunların ortasında bir aslanın ağzını elleriyle ayıran Samson heykeli Petro’yu, aslan da ezeli düşmanı İsveç’i temsil ettiğini söyledi rehberimiz.

Sazlı sözlü yemekli kanal gezisi

Yolculuğumuzun en keyifli saatlerini bu kanal gezisinde geçirdik. Yiyip içerek etrafımızdaki müthiş güzelliklerin seyrine daldık. 40 saray, 40 ada ve 400 kanaldan oluşan bu şehri bir kez de sudan seyrettik. Gökkuşağı rengindeki saraylardan, okullardan ve köprülerin eşsiz ferforjelerinden gözümüzü alamadık. Kiliselerin, binaların üzerindeki rölyefleri, atlasları daha yakından görme fırsatı yakaladık. Rehberimiz bize bir de sürpriz yaparak Neva’nın üstünde, gür ağaçların arasında saklanan Hollanda Adası’na götürerek buradaki muhteşem bir kapıyı gösterdi.

        

Göz kamaştıran Hermitage

İnziva anlamına gelen Hermitage’ın ününü o kadar duymuştum ki, internetten müzeyi sanal olarak dolaşmıştım önceden. Ama gerçeğini görmek bambaşka bir duyguymuş. Gezmek için en az iki günün gereken bu müzeyi maalesef 4 saatte tamamlamak zorunda kaldık. Tecrübeli rehberimizin bilinçli tercihleri önderliğinde en önemli yerleri gördük, ama yine de gözümüz arkada kalmadı diyemem.

Hermitage’ı Deli Petro’nun kızı Elisabeth babasının anısına yaptırdı. Her tarafı varakla kaplı, barok, ampir ve rokoko tarzlarında beş binadan oluşan bu dünyanın en büyük sanat müzesinde, baba kızın resim koleksiyonları bulunuyor. İçinde 3,5 milyon parça var ve hiç biri çalıntı ya da ganimet değil. Zamanında görevlendirilen akıllı büyük elçiler bulundukları ülkelerde müzayedelere girerek satın aldılar bu sanat eserlerini. Goya, Leonardo da Vinci, Rafael, Rubens, Rembrandt, Titian ve Mikelanj gibi dünya çapında sanatçıların eserleri; 50-70 yaş arası kaplumbağa kabuklarından yapılmış kapılar; ıhlamur ağacından birbirine geçme ve pirinç-bronz karışımı avizeler; aslında iki boyutlu olup üç boyutlu görünen atlaslar; kıymetli ve nadide eşyalar, içerdeki zenginliği tahmin etmeniz için verdiğim bazı küçük ipuçları sadece…

 

Ve son durağımız Puşkin Köyü

İstanbul uçağımız geç bir saate olduğu için son günümüzü Puşkin köyündeki Çariçe Büyük Katerina’nın yazlık sarayını görmeye ayırdık. Adı böyle bilinse de sarayı 1. Elisabeth yaptırmış. Baltacı’nın göz ağrısı olarak tanıdığımız Katerina, bu sarayı hiç görmemiş. Buradaki Amber (kehribar) Oda gerçekten hayrete şayan bir yerdi. Baştan aşağıya kehribarla kaplı olan mekânın güneşi andıran rengi, hepimizin gözlerini kamaştırdı. Deyim yerindeyse ağzımız açık seyrettik burayı. Büyük Petro’ya Prusya kralı tarafından hediye edilen amber levhaları değerlendiren 1. Elisabeth yaptırmış burayı. İkinci Dünya Savaşı’nda saray yıkılınca, Ruslar amberleri Almanlara kaptırmamak için Sibirya’ya kaçırdılar. 2003’te oda tekrar yapıldı. Bu saray da tıpkı diğerleri gibi son derece ihtişamlıydı. Tavanlarında Yunan mitolojisinden esinlenmiş sahneler vardı. Sarayda iç içe olan odalar ile aynı yol üstündeki kapıların görüntüsü insana sonsuzluk hissi veriyordu.  Dışarı çıktığımızda yorgunluğumuzu, sarayın göl kenarındaki büyük yeşil parkında dolaşarak attık.

Rusya seyahatimizin her anını dolu dolu, gezerek ve öğrenerek geçirdik. Siz de tarihe, sanata ve doğaya meraklıysanız rotanızı Rusya’ya çevirin derim.

Paylaş
Önceki İçerikNOY BABA
Sonraki İçerikBÜKREŞ (Balkanların Paris’i)
Marmara Üniversitesi İşletme bölümü mezunuyum. Evliyim ve iki kızım var. 20 yıla yakın bir süreden beri Şalom gazetesinin sanat sayfası editörüyüm.

4 YORUM

  1. Tunacım Gazetelerin gezi sayfası tadında bir yazı olmuş. Ellerine sağlık. Yeni yılın ilk yazısını sana ayırdık. 2020 yılında, daha çok yazılarını keyifle okuruz umarım. Geze Kal

  2. Tunacım öncelikle aramıza hoş geldin. Eline gönlüne kalemine sağlık,
    İşte !! Rusya bu kadar güzel anlatılır.. Teşekkür ederiz…
    Biz gittiğimizde kapıda Vize sorunu ile karşılaşıp geri dönmüştük. Yılmadık Tekrar ertesi gün bilet aldık yine gittik… iyi ki de gittik. Yoksa bütün yukarıda yazılanlardan Mahrum kalacaktık. Çok keyifli bir yer herkese şiddetle tavsiye ederim.

  3. Klavyene sağlık Tunacım 🙏. Harika yazmışsın. Edebiyatla ve Rus yazarlarla, operayla pekişen bir ülke benim için de Rusya. Komünizm, soğuk, şaşaa, sanat ve ürkütücü yönetim geçmişi; gerçekten soru işaretleri var aklımda. Yazındaki ayrıntılar tüm önyargılarımı yıktı diyebilirim. Listeme aldım, inşallah gidip görmek nasip olur 🙏😍. Ve aramıza hoşgeldin

  4. Gitmek, görmek istediğim bu coğrafyayı öyle güzel dile getirmişiniz ki; sanki sokaklarında gezdim. Kaleminize sağlık. çok keyifli bir anlatı olmuş.

Comments are closed.